Ahlat Ağacı – Yeniden Doğuş
Ahlat Ağacı
“Bazıları için taşra, tüm umutların eninde sonunda yalnızlıkla kesiştiği bir sürgün yeridir. Tıpkı babaların ve oğulların kesişen kaderleri gibi, tüm umutların, hayallerin, çaresizlikle kesiştiği hudutsuz bir sürgün yeri…” – Ahlat Ağacı
Ahlat Ağacı Nuri Bilge Ceylan’ın sekizinci uzun metrajlı filmi. Dünya prömiyerini Cannes film festivalinde yapan Ahlat Ağacı yaklaşık 15 dakika boyunca ayakta alkışlanmasıyla zaten yüksek olan beklentilerimi iyice yükseltmişti.
İlk kısa filmi “Koza”dan beri oluşturduğu kendine özgü sinema dilini ve teknik becerilerini 2010 yapımı “Bir Zamanlar Anadolu’da” ile zirveye çıkaran ve Türkiye sinemasını ulaşılması güç bir yere taşıyan Bilge bir sonraki filmi olan “Kış Uykusu” ile de Altın Palmiye’yi kucaklamayı başarmıştı.
İtiraf etmeliyim ki bu yükselişin Ahlat Ağacı ile devam edeceğini düşünüyordum ve bu nedenle çok heyecanlıydım ama Ahlat Ağacı ‘nı ilk izleyişimde beklentilerimi karşıladığını söyleyemeyeceğim.
Belki ben çok daha farklı bir hikaye beklediğim için ve filmi fazla realist bulduğum için, veya Ahlat Ağacı gösterime girmeden içindeki quotationları görüp fazla heyecanlandığım için hikaye basit gelmişti gözüme ilk izleyişte. Ama sonuçta bu bir NBC filmiydi ve bir kere izleyip kesin bir sonuca varmak zor olduğundan ikinci kere izlemeye karar verdim filmi.
İkinci izleyişimde artık hikayeyi bildiğim için farklı bir beklentim olmadan izlediğim filmin beni mest ettiğini söyleyebilirim. 188 dakikalık film yeterince uzun olmasına rağmen keşke daha uzun olsaymış dedirtti bana.
Saf bir sinema diliyle oluşturulan ve görüntülerle yazılan bir romanla karşımızda Nuri Bilge Ceylan. Film üniversitede Sınıf Öğretmenliği bölümünü bitiren ve memleketi olan Çanakkale’nin Çan ilçesine dönen edebiyat tutkunu bir genç olan Sinan Karasu’nun (Doğu Demirkol) hikayesini ve bir Türkiye vatandaşı olarak karşılaştığı zorlukları anlatıyor.
Yazımın başında verdiğim filmin sinopsisinde de belirtildiği gibi taşranın çıkışsızlığı ve babalar ve oğulların kesişen kaderleri filmin içine o kadar güzel yedirilmiş ki film çarpıcı final sahnesiyle sonlandığında ayağa kalkıp alkışlamak istedim ben de. Filmin içinde geçen olayların ve finalinin yoruma açık olduğunu belirtmem gerekir ama ben Bilge’nin kafasında hepsinin tek bir anlamı olduğuna eminim. Peki bizim izleyiciler olarak görevimiz bu tek anlamı bulmaya çalışmak mı olmalı yoksa filmi kendi filtrelerimizden geçirip ona kendi yorumumuzu katmak mı olmalı? Bence ikincisi çünkü Ahlat Ağacı yoruma açık bir sonla bitiyor.
Film boyunca dile getirilen kader tartışmaları filmin sonunda Sinan’ın babası rolündeki İdris’in (Murat Cemcir) insanın kendi doğasını olduğu gibi kabul edebilmesi ve sevebilmesi üzerine yaptığı konuşma ile asıl amacına ulaşsa da filmin izleyenlere bir öğüt verme çabasında olduğunu söylemek istemiyorum. Bilge kamerasıyla insanların görmek istemediği, belki de üzerine tartışmayı gereksiz bulduğu ülke gerçeklerine bir ayna tutuyor.
Öncelikle oyunculuklardan bahsetmek gerekirse, Doğu Demirkol ve Murat Cemcir başta olmak üzere tüm oyuncular rollerini o kadar başarılı hayata geçirmişler ki insan bazen bir film izlediğini unutuyor sinema salonunda.
Bunda oyuncu yönetimi konusunda ustalaşmış Bilge’nin de payı büyük elbette. Film boyunca köylerindeki bir kuyuyu kazıp su çıkartmaya ve köyünü yeşertmeye kararlı olan İdris’in bu çabası amacına ulaşamasa da her şeyin bu şekilde sona erdiğini söylemek için henüz çok erken. Hayat devam ediyor sonuçta ve babalar ve oğullarının kaderlerini ve varoluşlarını değiştiremeyeceğini öne sürmek anlamsız olur.
Ahlat Ağacı – Yeniden Doğuş
İzlediğimiz suya ulaşma çabasını daha derin bir noktadan ele almak gerekiyor sanırım. Su insanlık tarihinde çok önemli bir yere sahip ve varoluşun gizemini temsil ettiği gibi doğumu, ölümü ve yeniden doğuşu da simgeliyor aynı zamanda. Bu suya ulaşma çabasını kendi kaderini değiştirme ve eksikliklerini gidererek yeniden doğma isteği olarak yorumlarsam yanılmış olmam sanırım.
Babalar ve oğulların kesişen kaderlerinin anlatıldığı filmde Sinan’ın, babasının ve dedesinin kuyuya düşen taşa baktıkları ve üçünün de yüzlerinin kuyunun tepesinde görülebildiği bir sahne var ki filmin bir özeti niteliğinde adeta.
Filmin sonlarına doğru bebekliğindeki beşikte karıncalarla kaplı halini gördüğümüz babanın kaderi o anda çizilmiş görünüyor. Bu sahnede ağaca bağlı beşiği taşıyan ipi özellikle gösteren Bilge’nin bize kaderle ilgili bir şeyler anlatmaya çalıştığını düşünüyorum. Sinan imamlarla olan konuşmasında şöyle diyor: “Sonuçta hepimiz birbirimize görünmez iplerle bağlı değil miyiz? Buna ister kader diyelim ister nedensellik.” Beşikte karşılaştığımız ip kuyuda son buluyor ve babayla oğulun kaderlerini belirliyor. Filmin sonunda Sinan’ı kuyuda kendini asmış bir şekilde görmemiz ise tamamen bir yanıltmaca olmalı.
İki şekilde yorumlanabilir bu sahne. İlk olarak Sinan’ın kitabını okuyan tek kişinin babası olduğunu öğrenmesiyle onunla olan ilişkisini düzeltmeye ve babasının kumar yolunda evlerini bile satacak duruma gelerek kaybettiği itibarını geri kazanmasına yardım etmeye çalışmasını ama bunun bir intihar olarak metaforlaştırılmasını anlayabiliriz. İkinci olaraksa Sinan’ın babasına ve diğer insanlara karşı hissettiği nefreti ve sevgisizliği bir kenara bırakması ve kendi varoluşunu değiştirmeye çalışması olarak yorumlayabiliriz. Sinan’ın kuyuyu kazmaya başlamasıyla biten Ahlat Ağacı ikinci yorumun daha yerinde olacağını söylüyor bana.
Sonuçta ulaşmaya çalıştıkları şey su; yani saflık ve kurtuluş. Var olup olmadığını bilmediğimiz bir yaratıcıdan af dilemek söz konusu olan. Babasını affeden Sinan da affedilmenin peşinde belki de. Film boyunca yazar Süleyman’la, Hatice’yle ve imamlarla olan konuşmalarında insanlara olan ukalalığını izlediğimiz Sinan sonunda kendi varoluşunu değiştirmeyi umuyor olmalı.
Bunun sinyallerini inanç ve kader üzerine imamlarla yapılan uzun sohbette İmam Veysel’in sonunda her şeyi kadere bağlamasına karşı çıkmasıyla vermişti zaten. Tüm yanlışların ve hataların kadere, tüm başarıların ise insanın kendi iradesine bağlanmasına karşı çıkıyor Sinan.
Dürüstlükten açılan konuşmada ise, Veysel hoca müminlerin kendilerini daha üstün bir ahlakla sınayan insanlar olduğunu söylerken, Sinan ise dürüstlüğü bu kadar kolay ağzına alan insanların asıl sorgulanması gereken insanlar olduğuna inanıyor. Ona göre müminler kendilerine öyle yapmaları söylendiği için ahlaklı olmayı tercih ederlerken inançsız insanlar bu ahlaka kendi çabasıyla ulaştığı için dürüstlüğüne güvenilmesi gerekenler de onlar. Nietzsche’den de alıntı yapan Sinan’ın inanç konusunda durduğu yeri anlamak güç olmamalı.
Gelelim Sinan’ın filmin diğer yan rolleriyle olan ilişkilerine. Filmin başında tarlada çalışan Hatice’yle olan uzun konuşmasında ülkemizde kadına biçilen role ve kadere dair de yerinde tespitler mevcut. Hatice’nin ve Sinan’ın annesinin kaderlerinin benzerliği de göze çarpan bir diğer nokta. Kadınların söz sahibi olmadan yaptığı evlilikler ve yaşamak zorunda kaldıkları hayatlar belki de ülkemizin en çok üzerinde durulması gereken sorunlarından.
Babalarla oğulların benzer kaderlerinin anlatıldığı bir filmde kadınlara dair de bir şeyler söylemesiyle önemli bir yerde bu film. Bilge’nin kendine has kamera açılarıyla anlattığı Sinan-Hatice ilişkisinin görüldüğü sahnelerde kalp atışlarımın hızlandığını söylemem gerekiyor. Sıradan hayattaki şiirselliği yakalamayı bir kez daha başaran yönetmenin bizlere okumamız için sunduğu bu hikaye eminim ki benzer hayatlar yaşayan insanlar için çok daha duygusal ve etkileyici olmalı. Ben kendimi en çok Sinan karakteriyle bağdaştırdım film boyunca.
Yıllardır sinema yapmak isteyen, senaryo yazan ve ülkenin üzerimize koyduğu ağırlıktan kurtulmak isteyen biri olarak Sinan’ın kitabını yayınlatmak için harcadığı çabayı ve karşılaştığı zorlukları izlerken ben de onun hissettiği çaresizliğe ortak oldum. Bu zorluklar sırasında karşımıza çıkan Bach müziği o kadar yerinde olmuş ki, müziğin görüntülerle iç içe geçmesiyle hissedilen kendini aşma çabası, melankoli ve çıkışsızlık izleyenleri derinde bir yerden yakalamayı başarıyor.
Özellikle Sinan’ın müzik eşliğinde elinde bir dal parçasıyla dışarı çıktığı ve kaderine teslim olma konusunda hissettiği yalnızlığı anlatan bir sahne var ki belki de Ahlat Ağacı ‘nın en özel sahnelerinden. Bu zorluklarla karşılaşan karakterin bazı yönleriyle çok da sevilmeye müsait biri olmadığının farkındayım ama bunun özellikle yapılmış bir tercih olduğunu düşünüyorum. Yazar Süleyman’la ve annesiyle olan konuşmalarında itici yanlarını daha da iyi görebiliyoruz Sinan’ın. Ama zaten insan da bir yanıyla bozuk bir varlık değil mi? Artısıyla ve eksisiyle gerçek bir karakter var karşımızda.
Ahlat Ağacı ‘nı etkileyici yapan asıl nokta da bu gerçekçilik zaten. Artık belli bir yaşa erişen Nuri Bilge gençlerin hayatıyla ilgili tespitlerde bir çok insandan daha başarılı olduğunu gösteriyor. Sinan diktatör olsa yaşadığı ilçeyi bombalamak istediğini söylemesiyle, oranın insanlarını kaba, hoşgörüsüz ve birbirine benzeyen bezelye taneleri olarak nitelemesiyle ve insanları sevmemesiyle, ülkemizde gerçekten de var olan bir kitleyi temsil ediyor. Belki de onlardan ayrıldığı tek nokta yaratıcılığı ve yazarlığı. Kendisi de bu çelişkinin farkında olacak ki “İnsanları sevmeyen biri nasıl yazar olacaksa artık?” diyor annesine.
Ama henüz genç olan Sinan’ın da öğreneceği çok şey var tabiki. Varoluşumuzu ve kaderimizi olduğu gibi kabullenmek de bir seçim, bilgiyi arayarak ve değişimin peşinde koşarak kendimizi geliştirmek ve sevmediğimiz yanlarımızı törpülemek de bir seçim. Filmin sonunda babasının vazgeçtiği kuyuyu kazma eylemini devralan Sinan da bu değişimin peşinde belki de. En azından benim filmden çıkardığım en önemli öğüt bu oldu.
Tamamlamak gerekirse; Ahlat Ağacı yansıttığı taşra ve ülke gerçekleriyle, ülkede konuşulduğuna çok da tanık olmadığımız konulara dair yerinde tespitlerle ve en azından bu konulara kafa yormasıyla önemli bir film.
Aynı zamanda yönetmenin en komik filmlerinden. Film yapmayı insanın kardeş ruhlarına gönderdiği bir mektup olarak gören Bilge’nin bu mektubunu okumak ve hayata, insana ve kaderimizi değiştirmeye yönelik çabamıza dair bir şeyler öğrenebilmek hepimizin elinde.
Hepimiz bir bardak suda debeleniyoruz belki evet, ama hiçlikten dünyaya gelip bir bilince erişebilmiş ve tüm yalnızlığımıza ve yaşadığımız kayıtsız kainata rağmen iyiliği varoluşumuza temel amaç seçebilmiş kardeş ruhlar olarak kendi hayatlarımızda yazdığımız mektupları insanlarla paylaşabilmenin önemini bir kez daha anlıyoruz Ahlat Ağacı ile.
İnsanlarla olan ilişkilerimizde kazdığımız kuyuları yalnızca onlardan bir sevgi gördüğümüzde değil, en kötü şartlarda dahi kazmaya devam etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Hayat devam ediyor ve kuyunun dibinde su olup olmadığını bilmiyoruz. Ama önemli olan da bu arayış değil mi zaten?