Çekmecedeki Yazarın Ölümü

“Ölümsüzlüğü yaratmakla yükümlü bir metin,
öldürme hakkına erişir ve nihayetinde
yazarının katili olur.”
Michel Foucault
GİRİŞ
Yazarlık olgusu çağlar boyunca felsefeciler, anlatı kuramcıları, eleştirmenler tarafından çok kez yorumlanmış ve bu olgu üzerine yeni fikirler ortaya atılmıştır. Bu tartışmaların arasında belki de temeli oluşturan fikir Platon’un fikridir. O, mimesis yapan yani ilham perilerinin aracılığıyla gerçeklikten uzak bir şekilde gerçeğin taklitçiliğini yapan sanatçıları, şairleri, yazarları ideal devletinden sürgün eder. Platon’un fikrinin üzerinden asırlar sonra yazarlık noktasında bir çok düşünce geliştirilerek evrilmiştir. Karşılıklı olarak gelişen düşüncelerin mutabık oldukları nokta yoktur. İnsanın her geçen çağda değişimi el-cevap edebi esere ve dahi neticesinde yazarın da değişimine sebep olmuştur.
Roland Barthes’in 1967 yayımladığı Yazarın Ölümü isimli denemesi, kimilerine göre makalesi ise yazarlık noktasında geliştirilen düşüncelerden en kabul görülenlerindendir. Barthes’e göre yazar;
“Şüphesiz ki ortaçağın bitiminden sonra İngiliz empirizmi, Fransız rasyonalizmi ve Reformasyon’la ortaya çıkan kişisel inançla birlikte toplumumuz tarafından üretilmiş modern bir figürdür ve bireyin, daha soylu bir ifadeyle birey insanın saygınlığını keşfetmiştir.”[1] Anlaşılacağı üzere Barthes yazarlığı doğrudan kapitalizme bağlar. Roland Barthes’in ortaya attığı tez geniş anlamda yazarın konumunun Platon’un istediği noktaya ulaştığıdır. Barthes’e göre yazar ortaya koyduğu sanat eserinden sürgün edilmiş ve dahi ölmüştür.

Roland Barthes
Barthes’in ortaya attığı savın bir kısmında yazarın hayatıyla (günlükleri, mektupları vasıtasıyla) edebi eseri arasında köprü kurarak yazarın hayatı ve eserinin beraber ele alınışının ne denli yanlış olduğundan bahseder. Eserin sesiyle yazarın şahsi hayatındaki sesini birbirinden ayırır. Aslolan ne yazardır ne de onun hayatı, aslolan metindir. Barthes ise bu durumu şöyle izah ediyor:
“Yazar, edebiyat tarihi kitaplarında, biyografilerde, dergilerdeki söyleşilerde ve hatta eserleriyle kişiliklerini günlükler ve hatıratlar yoluyla birleştirme kaygısı olan edebiyatçıların bilinçlerinde hâlâ hüküm sürmektedir; çağdaş kültürdeki edebiyat imgesi despotça yazarın kişiliğine, yaşamöyküsüne, beğenilerine ve tutkularına odaklanmıştır; eleştiri hâlâ büyük ölçüde, Baudelaire’in eserlerini ele alırken bir insan olarak Baudelaire’in başarısızlığından, Van Gogh’un deliliğinden, Çaykovski’nin günahından söz etmekten ibarettir: sanki kurmacanın iyi kötü şeffaf alegorisiyle “sır”larını ifşa eden eserdeki sesle yazarınki birmiş gibi, eserin açıklaması her zaman onu üreten kişide aranmıştır.”[2]
Barthes’in savına göre yazarın, yaratıcının yahut otoritenin öldüğünü düşündüğümüz taktirde bizleri bu düşünce ile başka bir noktaya taşır. Yazar ölür, okur doğar. Yazarın ölümü neticesinde okur ile birlikte çokanlamlılık ortaya çıkar. Yazar kendini metinden öylesine çekmelidir ki her okur kendisine sunulan çokanlamlılık ile birlikte metnin asıl yaratıcısı, sahibi olur. Otorite artık okurdur.
Leylâ Erbil’in “Çekmece” Öyküsü

Leylâ Erbil
Leylâ Erbil’in Gecede isimli öykü kitabıyla katıldığı yazarlık yaşamı boyunca tek yarışma Sait Faik Hikâye Armağanıdır. Bu yarışmayı kazanamamış ve süre gelen süreçte başka yarışmalara katılmayı reddetmiştir. 1968 yılında yayımlanan Gecede isimli öykü kitabı yedi ayrı öyküden oluşmaktadır. Bunlar; Vapur, Ayna, Çekmece, Hokkabazın Çağrısı, Ölü, Tanrı, Gecede isimli öykülerdir. Kitapta bulunan öykülerin neredeyse tamamına yayılan bir yabancılaşma olgusu vardır. Bu yabancılaşma olgusunu; geleneksel değerlerin terk edilmesi, paranın insanlar arasındaki mesafeyi artırması, bireyin modern hayat sonucunda nesneleşmesi olarak görmekteyiz.

Leylâ Erbil – Gecede
Yazımda baz alacağım öykü ise Leylâ Erbil’in Gecede kitabında yer alan Çekmece isimli öyküdür. Öykü Dursun Kaymak isimli bir işçinin karısı Saliha’ya yazdığı mektuplardan oluşmaktadır. Evli bir çiftin mesafeler ile birlikte değişen ilişkilerinin evrimi sunulmuştur. Öyküdeki mektupların tarihlerinden hareketle on altı yılı aşkın bir zaman mefhumu üzerinden değişimine ortak oluruz. Öykünün geneline hakim konu olan emeği sömürülen proletaryanın sorunlarını mektuplar vasıtasıyla anlatır. Hikâyenin birden fazla kısmında marksistçe bir söylem ile işçilerin durumunu anlatır ve burjuva eleştirisi yapılır.
“Ne tuhaf bir cihan felsefesidir ki biz işçi takımına her nesne; yemek, içki, giyecek maddeleri, ısı ve yatacak barınacak olsun ya da eğlence her vakit çok görünür ve insanlığımızı unutmamız istenir bizlerden ama, biz hep, hep değil de arada bir kendi kendimizi insan yerine koyarız. Yazık.”[3]
Öykünün proleter sınıfın sorunlarını anlatmasının yanı sıra proleter sınıfa da bir eleştiri getirir. Emekçinin emeğinin sömürülmesine karşı öykünün kahramanı Dursun Kaymak tabir-i caizse dilsiz bir şeytana dönüşür ve yapılanlara karşı susar. Kapitalist toplumun sonu bireyin emeğine yabancılaşmasıyla olur. Aslında bu anlatım proleter yapının her daim pasif bir direnişte yani sadece ve sadece fikirlerle karşı olduğuna işaret eder. Kahramanımız Dursun Kaymak almak istediği kulübe için haksızlığa karşı susar ve direnişini pasifize eder. Daha önce de belirttiğim gibi bu davranış bireyin para karşısında en yakınına karşı dahi yabancılaşmasını göstermektedir.
“Not: gemide herkes süvariye düşman. Dört kişi kuru yemekten uyuz oldu, çoğunun da bağırsağı bozuk. Helanın önünde sıra bekliyoruz. Utanmaz tanrıdan korkmaz ve vicdansız süvari mürettebatın kumanyasını yarı yarıya çalıyor. Tayfalar gözümün içine bakıyor benim, “hı” desem çiğ çiğ yerler onu ama oralı olmuyorum ben; hele şu evin borcunu bir temizleyelim ve tapusunu alalım da ondan sonra gösteririm ben onlara çünkü bu herif patronla ortak çalışıyor, adamı işinden atar da sürüm sürüm süründürür bu namussuzlar. Korkma sen, benim aram iyi süvariyle.”[4]
Öykü birbirinden farklı tarihlerde yazılan üç ayrı mektuptan oluşmaktadır. İlk mektupta Dursun Kaymak karısına birbirinden güzel methiyeler düzer.
“Kavuşmamıza kaldı yirmi gün, artık uzağında değilim ama bir tanecik karıcığım bana bir duble birayı çok görmesi yaşlı kıldı göz pınarlarımı, gene de denizin pürüzlü yüzünün ulaştırdığı yellerle kokunu almaya başladım bile. Sana Hint işi bir güzel bluz aldım, söylemeyecektim ama duramadım işte, kendime de bir kravat. Bağırta bağırta öpen kocan.”[5]
16 yıl sonra gönderilen mektup ile birlikte “sevgili karıcığım” diyerek seslendiği eşine karşı tutumu değişir. Bu tutumun değişmesini metini oluşturan cümlelerin kiplerine bakarak görmek dahi el-cevap mümkündür. Güzellemeler yerini emir kiplerine bırakır.
“Ne ekersen onu biçersin. Göze göz, dişe diş. 1. Evin aylık borcunu bankaya yatır. 2. Son taksitlerdir bunlar ve birkaç aya kadar evin tapusu benim olacaktır. 3. Kaç ay sonra tapuyu alacağımı bankadan öğren ve bana bildir.”[6]
Bahsini açtığım yukarıdaki pasajın bulunduğu öykünün ikinci mektubunda kahramanımız Dursun Kaymak’ın eşine karşı değişen tavrını yeniden bir işçi, iş veren durumunda değerlendirmek mümkündür. eşine karşı bir iş veren gibi davranır eşini ise bir işçi olarak görebiliriz. Bu noktada öyküyü bir buz dağı olarak görürsek, buz dağının görünmeyen kısmında kadının toplumdaki yerini de görmek mümkündür. Öykü boyunca kahramanımız Dursun Kaymak’ın eşi Saliha’nın sesini hiç duymayız. Sadece Dursun Kaymak’ın cevaben yazdığı mektup satırlarından Saliha’nın düşüncelerini okuyabiliriz. Tekrarlamak gerekirse kadının toplum normlarındaki yerine karşı bir eleştiri yapılmıştır.
Leylâ Erbil’in Anlatısında Ölümü
“Okurun doğuşu, yazarın ölümü pahasına gerçekleşmelidir.”
Roland Barthes
Çekmece isimli öyküye anlatıcı açısından bakıldığı taktirde Roland Barthes’in savını destekler nitelikte olduğunu görmek mümkündür. Öykünün anlatıcısı dış öyküsel anlatıcıdır. Anlatı öykünün kahramanı olan Dursun Kaymak’ın yazdığı mektuplar vasıtasıyla okura aktarılır. Anlaşılacağı üzere anlatıcının öykü kahramanı olduğu görülür.
Mektup tekniği kullanılan anlatılarda genellikle kahramanların tek taraflı yahut başka kahramanlarla yaptığı yazışmalar ile birlikte anlatı inşa edilir. Bu tekniğin can alıcı özelliği yazar tamamen kendini anlatıdan çeker, kahramanın düşüncelerine yahut söylemlerine müdahil olmaz. Böylece mektuplaşan iki kahramanın duygu ve düşünceleri çok net görülebilir. Tabir-i caizse yazar anlatısında intihar eder ve anlatıda kendini silikleştirir. Böylece okurun gerçeklik olgusunda artış görülür.
Leylâ Erbil’in kendini daha da öyküde silikleştirdiği bir diğer nokta ise öyküde kullanılan kolaj tekniğidir. Kolaj tekniği, daha önce var olan nesnelerden yararlanılarak onları esere monte etmektir. Bir nevi postmodern anlatım tekniği olan metinlerarasılık yöntemlerinden birisidir.
Öyküde dört defa kolaj tekniği kullanılmıştır. Öykünün ilk mektubunda Dursun Kaymak eşine:
“Not: şimdi telsiz aldık İstanbul’dan, yarın buradan gene Bombay’a o amansız ve haince saran ve parçalamadan sindiren ve eriten ateş denizine dönüyoruz. Bu duruma göre sana kavuşmama daha dört koca ay var, bu gemi sahipleri daha çok kazansın diye en az iki kilo eriyip yataklara düşeceğiz de demektir ve asıl sana hasret gitmem! Sana geminin son fotoğrafım gönderiyorum. Pervanenin üzerindeki son lomboz benim kamaram ama görünmüyor.”[7]
Diyerek mektuba kamarasının göründüğü aşağıdaki fotoğrafı eklemiştir.
![Görsel 1 [8]](https://www.tarihlisanat.com/wp-content/uploads/2019/11/1.png)
Görsel 1 [8]
![Görsel 2 [9]](https://www.tarihlisanat.com/wp-content/uploads/2019/11/2.png)
Görsel 2 [9]
![Görsel 3 [10]](https://www.tarihlisanat.com/wp-content/uploads/2019/11/3-696x496.png)
Görsel 3 [10]
Öykünün son kolajı ise okur tarafından öykünün belki de en can alıcı noktalarından birisidir. Çünkü öykünün kahramanı Dursun Kaymak’ın ölüm haberini öyküye monte edilen gazete kupürü vasıtasıyla okur alımlar.
Yazar eklediği bu kolaj ile birlikte okur tarafından tam anlamıyla öldürülür. Çünkü okur ölüm haberini bir mektupla alamayacağı için öykünün sonuna iliştirilen bir gazete kupürü vasıtasıyla alır. Yazar göstermek istediğini öyküden elini ayağını çekerek çok iyi bir şekilde gösterir ve dahi kendi ölümüne kendi karar verir. Yazarın ölümüyle birlikte okurun doğuşu başlar.
![Görsel 4 [11]](https://www.tarihlisanat.com/wp-content/uploads/2019/11/4.png)
Görsel 4 [11]
Sonuç
Roland Barthes’in “Yazarın Ölümü” adlı metininde işlenen yazarın gün geçtikçe ortaya koyduğu eserinden silinmesini görmekteyiz. Yapısalcılık hatta post yapısalcılık ile bağlantısı olan bu düşüncenin gün geçtikçe edebi eserlerde yazarın kendi isteğiyle eserinden yok oluşuna sebep olmaktadır.
Bu savı desteklemek için Leylâ Erbil’in “Çekmece” isimli öyküsünü bu yazımda inceledim. Eserde kullanılan anlatım teknikleri olan mektup ve kolaj tekniği vasıtasıyla Leylâ Erbil kendini anlatısından okuyucu gözünde yok etmeye çalışmıştır. Bunun yanında öykünün anlatıcısı olarak seçtiği kahramanın iç odaklayım tekniğiyle sınırlı bir bakış açısı sunması ise bu düşüncemizi destekler niteliktedir. Bu sayede öykü yapaylıktan uzaklaşmıştır.
Dış öyküsel anlatıcı seçimi, anlatının mektup tekniğiyle sunulması ve mektup tekniğinin içerisine kolaj tekniğinin eklenmesi okur nazarında anlatının gerçeklik hissini arttırmış ve dahi Leylâ Erbil kendi sesini anlatısında susturmuştur.
Hulasa Leylâ Erbil Çekmece öyküsünde kullandığı tekniklerle birlikte anlatısında tabir-i caizse intihar etmiştir. Bu sayede okurun doğumuna ön ayak olmuştur. Okur kullanılan teknikler sayesinde gerçekliğin tavan yaptığı bir anlatının ortasına düşmüş ve kendi alımlamasına göre bir anlam üretmiştir.
Yazımın “Leylâ Erbil’in Anlatısında Ölümü” adlı ikinci bölümünde yazarın ölümüyle birlikte şahsi alımlamalarım ışığında öykü incelemesi yaptım. Yazarın ölümü, sürgünü, intiharı neticesinde her okurun bu tip metinlerden farklı alımlamalar yapması olasıdır.
[1] Oğuz Tecimen, Oggito, Temmuz 2017, https://oggito.com/icerikler/yazarin-olumu/8913 Aralık 2018’de erişildi
[2] Oğuz Tecimen, Oggito, Temmuz 2017, https://oggito.com/icerikler/yazarin-olumu/8913 Aralık 2018’de erişildi
[3] Leylâ Erbil, Gecede, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2015, s. 39
[4] A.g.e, s. 41
[5] A.g.e, s. 40
[6] A.g.e, s. 42-43
[7] A.g.e, s. 40
[8] A.g.e, s. 40
[9] A.g.e, s. 43
[10] A.g.e, s. 44
[11] A.g.e, s. 47