Edebiyat

Hasan Ali Toptaş’ın “Yatak” Adlı Öyküsünde Zamanla Oynanan Oyunlar

gecenin gecesi
Ümit Ünal'ın Gecenin Gecesi Adlı Kitap için Çizimi

gecenin gecesi

“Bunun gibi, zaman da var değildir kendi başına,

Gövdelerin varlığından doğar kavramı.

Olmuş olanın, oluşanın ve olacak olanın.

Demek kimse algılayamaz zamanı, varlıkların

Deviniminden ve durağanlığından ayrı tutunca.” [1]

Titus Lucretius Carus

Sözü güzel bir söylence ile açarak konumuza giriş yapacağım. Antik Yunan’da kimi sempozyumlarda oldukça entelektüel sohbetler ve münazaralar yapılırmış. Bu sempozyumlardan birinin konusu arzu tanrısı Eros imiş. Agathon, Sokrates, Pausanias, Eriksimakus’un konuşmalarının ardından söz Aristofanes’e gelmiş ve bir söylence anlatmış. Tanrılar dört ayaklı kudretli bir canlı yaratmışlar. Öyle bir yaratık yaratmışlardır ki tanrılar onun kudretinden, gücünden korkmuşlar ve çekinmişler. Bu tedirginlik sonrasında tanrılar bu yaratılan canlıyı ikiye bölmüşler ve birbirlerinden uzaklaştırmışlar.

İki ayak üstünde birbirinden ayrılan ve yarım halde bırakılan bu canlılar tam olabilmek, bir olabilmek için yer yüzünde diğer yarılarını arayıp durmuşlar. Evet bu canlı insanoğludur. Söylence aslında insanoğlunun kayıp ve eksik oluşuna bir işarettir aslında. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus insanoğlunun durmadan, yılmadan bir arayış içerisinde olmasıdır. Elbette bu arayış yarım oluşundan kurtulmak ve tamama ermek istemesinden başka bir şey değildir.

Geçmişten günümüze kadar geçen sürede kimisi için bir hastalığın tedavisini keşfetmek, kimisi için yıllarca uğraşarak yeni bestesini yapmak, kimisi içinse şiirini tamamlayabilmek için dört yıl serin serviler tamlamasını düşünmektir tam olabilmelerinin koşulu. Arayış halinde olmak, sürekli bir nehrin akışına kendini bırakmak. Kimisi ise zaman mefhumunu, mahlukunu tam anlamıyla anlayabilmek için Rabbine yalvarmış arşa çıkmış, artık onun için gece diye bir mefhum kalmamış ve İbnü’l Arabî olmuştur. Kimisi ise aynı amaç doğrultusunda bu ilmi öğrenmek istemiş el-cevap öğrenmiş ama kimseye anlatamamış ve Augustinus olmuş. Zamanın neliğine dair sorular insanoğlunun varoluşundan bu yana arayışlarından sadece bir tanesi olduğu gibi en derin kuyularından da bir tanesidir aynı zamanda.

Modern hayatın deviniminde zaman mefhumu oldukça önemlidir. İnsanoğlunun bu devinime ayak uydurabilmesi için hayatını zamana göre ayarlama yükümlülüğü vardır ve zaman kontrol edilemeyen bir mahluktan başka bir şey değildir. Bakın Baudelaire Çalar Saat adlı şiirinde bizlere neler fısıldıyor;

“…

Anımsa ki Zaman bir açgözlü kumarbazdır,

Hilesiz de kazanır her eli, böyle yasa.

Gündüzler kısalırken gece uzar: anımsa!

Uçurum hep susuzdur; su saati boşalır.

Vaden doldu; az sonra çalacağım. Ve felek

Ve henüz kızoğlankız zevcen görkemli Erdem

Ve pişmanlık (son durak!) sana: Ey garip âdem,

Yaşlı ödlek, iş işten geçti, geber! diye” [2]

Baudelaire’in bu satırlarına kulak verdiğimizde saniyelerin, dakikaların, saatlerin, günlerin, haftaların, ayların ve dahi yılların geçtiğinin farkına varılamamasının asıl sebebi aslında modernizmin bir sonucu olduğu çıkarımına varılabilir. Zamanın bir nehir gibi durmadan akışının farkında olan insanlar ise modern hayatta zamanı sadece saatin yelkovan ve akrebinden ibaret bir şekilde algılayan ve dahi zamanın bütün gizeminin çözüldüğünü zannedenlerdir.

Zaman mefhumu üzerine geçmişten günümüze dek farklı disiplinler aracılığı ile bir çok fikir ortaya atılmıştır. Lakin bu fikirler kesinlik arz etmemekle birlikte spekülatif bir düşünüş şeklini oluşturmuşlardır. Spekülatif düşünceden kastım sonuçsuz, paradoksların paradoksları doğurduğu kısır bir döngüdür. Bu noktada zamanı bir nebze de olsa anlayabilmemiz için anlatı çok iyi bir araçtır. Çünkü zaman konusu deneyimler sayesinde açığa kavuşur. Lakin deneyimler “nasıl?” sorusunun cevabını bulmamızda pek de yardımcı olamazlar. Gerçi sorular daima cevaplardan mühimdir ancak bizim arayışımızda cevap bulmak daha elzem. Yukarıda bahsini açtığım konu yani anlatının kuvveti bu noktada devreye girer.

Bu uzun girizgahtan sonra lafı daha fazla uzatmadan zaman mefhumunu çeşitli yönleriyle Hasan Ali Toptaş’ın Gecenin Gecesi adlı kitabının ilk öyküsü olan Yatak adlı anlatısında izini süreceğim.

Evden Yatağa, Yataktan Anıya, Anıdan Düşe, Düşten Ana

“Kim bilir, belki de bir gün hatırlaya

hatırlaya kendimizi yaratacağız.”

Ahmet Hamdi Tanpınar

Hasan Ali Toptaş’ın öyküsünü incelemeye başlamadan evvel anlatılarında rol oynayan zaman meselesi hakkında onun fikrine değinmek gerekir. Gürsel Korat’ın Hasan Ali Toptaş ile yaptığı bir söyleşide anlatılarındaki zaman ve mekan bağlamında gelen bir soruya şu cevabı verir yazar; “On altı, on yedi yıl önce yazdığım bir öyküyü hatırladım şimdi; adı “Zaman Kimi Zaman”dı. Salt zaman kavramıyla uğraştığımı düşünmüyorum tabii. Zaman zaman, zaman kavramını didikliyorsam, bunu hem keyif aldığım, hem de o sırada çalıştığım metin için bir tür gereklilik olarak gördüğüm için yapıyorum. Sözgelimi, Uykuların Doğusu’nu yazarken, günlük güneşlik bir günün ceberrut bir bölüm şefi, koskoca bir ayın gülüşe gülüşe geçip giden bir grup çocuk, başka bir günün çınarın dalında haftalarca duran bir kuş şeklinde göründüğü bölümde keyiften uçmuştum. Tabii, sırf keyif alıyorum diye yazmadım o paragrafı; aynı zamanda bu zaman çeşitlemelerinin roman kahramanının ruh haliyle de ilgisi var.” [3] Yazarın cevabından şu sonucu çıkarabiliriz; Toptaş üzerine düştüğü anlatının mühim ögelerinden birinin zaman olduğunu düşünüyorsa elbette zaman konusu onun anlatısının bir yapı taşıdır ve anlatı kahramanlarının psikolojisi ile zaman kavramı arasında bir bağ olduğunu da söylemektedir.

Hasan Ali Toptaş

Yatak adlı öyküde ilk olarak anlatının sesi birinci şahısın sesidir. Lakin bu anlatıcı sesine ben yazan anlatıcıdır diyeceğim. Çünkü öykümüzün sonunda anlatıcımızın yazar olduğunun kanısına şu satırlar ile varabiliriz: “Şimdi sen, öyleyse bütün bunları neden yazdın diyeceksin belki. Doğrusu, neden yazdığımı ben de bilmiyorum. Demek, yorganı omuzlarıma doğru çekip, bu yatak beni öldürecek dedikten sonra yazının içinde uyuyakalmışım.” [4] Hülasa öykümüzün anlatıcısı, kahramanı ve yazarı aynı kişilerdir ve dahi birinci tekil şahıs eki ile cümleler kurulmuştur.

Öykü, kahramanın bir yatakta uyandıktan sonra yorganı omuzlarına doğru çekmesiyle birlikte yatağın onu öldüreceği fikrine kapılmasıyla başlar ve bir nesne, eşya vasıtasıyla anlatıcı geçmiş zamanda o eşya yani yatak ile yaşadığı anılarına yolculuk eder. Örneğin Marcel Proust anılara yolculuğu; bir madlen çikolata, koku ve tat alma duyusuyla yapar. Toptaş’ın anlatısıındaki anılara yolculuk on sayfalık metin zamanının üç sayfasını oluşturmaktadır. Bu noktada anıların mekan boyutunda nasıl şekillediğine değinmek gerekir. Ev dünyaya adım atışımız ile birlikte ilk evrenimizdir. Ev tam anlamıyla bir kozmostur. Her yanı kapalı bir şey anıları korur. Anılar normalde uzamda hareketsizdir. Mekana tutunmaz ise kaybolurlar. Tam da bu noktada evin işlevi ortaya çıkar. Gaston Bachelard bu konu hakkında şunları söylüyor:

“ Ev olmasa insan dağılmış bir varlık olurdu. Ev insanı gökten inen fırtınalara karşı olduğu gibi, yaşamda karşılaştığı fırtınalara karşı da ayakta tutar. Ev hem beden hem ruhtur.”[5] Hülasa ev düşü çatısı altında toplar ve hayalperesti korur. Hayalperest bu sayede korkusuzca düş kurabilir. Yani ev insanın anılarının, düşüncelerinin ve düşlerinin birleştiği bir yerdir. “Ve kurulan düşler derinleştikçe derinleşir, öyle ki, evle ilgili düş kuranın önünde en uzak belleğin ötesinde, düşünülemeyek kadar eskiye uzanan bir alan açılır.”[6] Düş ve anı vesilesiyle hayatımızdaki anlar korunur. Evlerde yaşanan saklanmış anılar ortaya çıkar ve iç mekanda yaşanan anılar dış mekana kıyasla farklılık gösterirler. Geçmişle tartışan, onunla konuşan kahraman aslında onu şimdi içinde uzatmakta, genişletmektedir.

Bu noktada öykümüze geri döndüğümüzde yatak imgesinden hareketle anılarına, geçmiş zamana giden kahramanımız metin zamanıyla dördüncü sayfadan itibaren anılarından düşe, hayale sapma yaşar. Kahramanımız düşünü anılarından hareketle kurar ve bu noktadan itibaren yaşanmış anlardan yaşanmamış anlara doğru bir zaman genişlemesi hasıl olur. Evle ilgili bir anı giderek düşsel değerlere dönüşerek genişler. Bu genişlemeyi hayal yani düş vasıtasıyla yapar. Zamansal genişleme öykünün son pasajına dek yani metin zamanıyla yedi sayfa sürer. Bu zamansal döngüyü şöyle şematize edebiliriz.

Şekil 1. Anlatı Sesinin Zamansal Yolculuğu

Anlatı bu zamansal şema ekseninde gerçekleşmiştir. Yazar zamanla oynadığı bu oyunu anıların kurmacasından, düşün kurmacasını kurarak yapmış ve bu kurmacanın kurmacası andan hareketle başlamış, ana dönüş ile son bulmuştur. Toptaş aslında öyküsünü; bir yazma anını postmodern bir şekilde üstkurmaca, Murat Gülsoy’un deyimiyle metakurmaca (metafiction) anlatım tekniğiyle hikayenin, hikayesinin, hikayesini yazarak oluşturmuştur. Anlatının yazılış öyküsünü hikayenin sonunda kendisi de belirtiyor. Aynı zamanda yazarın öyküde bilinç akışı tekniğini kullandığını da görmekteyiz. Anlatıda diyaloglar yerine iç konuşmalar, monologlar kullanılmıştır.

Dil Bilimsel Açıdan Öykünün Zaman Mefhumu

Dil bilimsel açından da yukarıda çizdiğimiz şemayı teyit edelim. Bu sayede anlatıda kullanılan zaman kiplerine de bir bakış atmış oluruz. Öykü benim deyimim ile anlatı sesinin yani yazarın öyküyü yazdığı andan sabah vaktinde gözlerini açmasıyla başlar. Bu uyanış beş satır sürer ve bahsettiğimiz imge (yatak) vasıtasıyla tekrar daha önceki bir geçmişe dönüş yapılır. Bu beş satırda bulunan zaman kipi alan sözcükler şunlardır; açtığımda, içindeydim, çekerken, öldürecek, düşündüm. Bu kelimelerin hemen hemen hepsi (öldürecek fiili hariç) yakın bir geçmişte geçen bir anı anlatan zaman kiplerine sahiptir.

Anlatının sesi ne zaman yatak imgesiyle geçmişte yaşadığı anılarına yolculuk etmeye başlar, o zaman cümlelerdeki fiillerin zaman kiplerinde değişmeler olur. Fillerin hepsini yazmamak için sadece anıların tekrar yaşandığı, hatırlandığı kısımlarda kullanılan fiillerden örnekler vereceğim. Bunlar: gezinirdi, görebilirdi, şaşardım, görürdüm, tüterdi, göremezdim, benzerlerdi. Anıların düşe dönüşmesine kadarki kısımda bulunan fiiller ekseriyetle geniş zamanın hikayesi şeklinde çekimlenmişlerdir. Bu fiiller geniş zaman ekleri yani; -r, ar, -er, -ır, -ir, -ur, -ür alan bir eylemin sonuna -dı, -di, -du, -dü, (-tı, -ti, -tu, -tü) ekleri eklenerek yapılır. Bu kipte kullanılan fiiller geçmişte gerçekleşmiş ve geniş bir zaman dilimine yayılmış anları işaret ederler. Aynı zamanda bu fiiller bireyin geçmiş zamanda tekrar tekrar yaptığı aktiviteler için de kullanılmaktadır. Tahsin Banguoğlu’na göre: “Geçmişte bir geniş zaman sınırsız bir şimdiki zamanı anlatır.” Bu şekilde kurulan fiiller dilimizde salt ve göreli zamanlar içindeki zamanı geçmişe aktararak yapılan tarzlardan Anlatma Tarzının (mode perfectif) mensubudurlar.

Anlatının sesi ne vakit anılarını hatırlamaktan düş kurmaya geçer o zaman fiillerin zaman kipleri değişime uğrar. Fiiller Ana Zamanlardan (temps principal) olan şimdiki zaman (présent) kipinde çekimlenmeye başlarlar. Düş kuran anlatı sesi yaşanmamış hatta gelecekte yaşanması dahi muhtemel olmayan anları şimdiki zaman kipiyle anlatır ve bu fiil çekimleri öykünün son pasajına dek sürer.

Öykünün son pasajında yani düş kurulan kısımlardan sonra anlatının bittiği en başa dönüldüğü kısımda ise ana döndüğü için şimdiki zamana uygun kipler kullanır. Toptaş’ın anlatı sesinin zamansal yolculuğunu şematize ettiğim şekildeki bölümler ile anlatıda kullanılan zaman kipleri görüldüğü üzere örtüşmektedirler.

Anlaşılacağı üzere Toptaş anlatısının bahsettiğimiz katmanlarında dil bilimsel zamanın kurallarına uyarak anlam bilim ile dil bilimsel zamanı çok iyi eşleştirmiştir.

Anlatıyı oluşturan cümlelerin uzun cümleler oluşu öykünün temposunu, ritmini düşürmektedir. Uzun cümleler aslında kahramanın duygu ve düşüncelerindeki anlık değişimleri bize göstermektedir. Öykünün kahramanımız tarafından yazılış ve yaşanış süresi kanaatimce bir gündür. Sabah uyandığında bir nesne vasıtasıyla anılarına dalar. Oradan da düş kurar ve aynı gün içerisinde anlatısını yazdığını bize hissettirir. Lakin anıların tekrar yaşanması ve hayale dalınan kısımların ne kadar bir süre içerisinde olduğu belirli değildir. Anıların kahramanın çocukluk döneminde geçtiğine; “Gerçi çok eskiden, ta çocukluğumda…”[7] cümlesiyle ulaşabiliriz. Düş kurulan kısımlarda ise şu kahramanın o anki yaşına uygun bir dönem olduğu fikrine de yine zaman kipleriyle birlikte ulaşabiliriz. Lakin her iki bölümde de tam anlamıyla takvimsel, matematiksel bir zaman dilimine ulaşmak pek mümkün değildir.

Öykü zamanı ile anlatı zamanını karşılaştırmak gerekirse; anlatı zamanı yaklaşık on sayfa sürmekte, buna karşılık öykü zamanı konusunda bir belirsizlik vardır. Kahramanın yaşadığı anı ve düş hali bir gün içerisinde geçmektedir. Lakin bu anı ve düş halindeki kahramanın psikolojik zamanı bir güne karşılık gelmemektedir. Fiziki zaman ve psikolojik zaman burada bir birine zıt düşmektedir.

Hasan Ali Toptaş’ın üzerinde durduğum Yatak adlı öyküsünündeki zaman algısını bütün anlatılarına mal etmek doğru değildir. Yazar postmodern tekniklerle kurduğu öyküsünde mutlak suretle zaman mefhumuyla oyunlar oynamıştır. Toptaş anlatısında geçmiş anılarını ve gerçekleşmemiş anlarını şimdide genişleterek yavaş bir tempoda anlatmıştır.

İncelememde üzerine eğildiğim zaman teknikleri dışında bu anlatının üzerinde bir çok teknik uygulanabilir. İncelememin daha fazla uzamaması için içinden çıkardığım bir çok kısım bulunmakta. Daha kapsamlı bir inceleme el-cevap mümkündür. Ricoeur’un üçlü mimesis metoduna neden değinmediğimden bahsetmek gerekirse daha önce de belirttiğim gibi, kuşkusuz Toptaş’ın anlatısı postmodern bir anlatıdır. Ricoeur’un üçlü mimesis metodolojisinin uygulaması bana göre bu tip postmodern anlatılara göre değildir, eskimiş ve demode olmuştur.

Bir sonraki yazımda görüşmek üzere, sanat ve edebiyatla kalın.

 

[1] Titus Lucretius Carus, Evrenin Yapısı, Hürriyet Yayınları, Kasım 1974, s.28-29

[2] Charles Baudelaire,Kötülük Çiçekleri, Varlık Yayınları, s. 146

[3] Gürsel Korat, Radikal, Haziran 2007, http://hasanalitoptas.com/tr/hasan-ali-toptasla-soylesi-gursel-korat/ Nisan 2018’de erişildi

[4] Hasan Ali Toptaş, Gecenin Gecesi, Everest Yayınları, Kasım 2017, s.29

[5] Gaston Bachelard, Mekanın Poetikası, İthaki Yayınları, 2014

[6] A.g.e

[7] Hasan Ali Toptaş, Gecenin Gecesi, Everest Yayınları, Kasım 2017, s.11

Ne düşünüyorsunuz?

Heyecanlanmış
0
Mutlu
0
Aşık
0
İlginç
0
Komik
0
Baturay Gül, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde Yüksek Lisans öğrenimi görüyor. İletişim: [email protected] Twitter: @BaturayGul

2 Yorumlar

  1. teşekkür ederiz :9

    1. Rica ederim, yararlı olabildiysem ne mutlu bana. 🙂

Yorumlar kapalı.

İlgili içerikler

KATEGORİ:Edebiyat