Mary Barnes – Sanatın İşlevleri ve Psikanaliz
Sanatın incelendiği bağlam ve sanata yöneltilen sorular değişkenlik gösterdikçe birbirinden farklı işlevler ortaya çıkmaktadır. Sanatın psikiyatri ile ilişkilendirilmesi yeni bir konsept olmamakla birlikte çağdaş sanat sahnesinde oldukça ele alınan bir konudur. Bu yazıda, psikiyatri ve sanat alanlarını ortak paydada buluşturan en önemli ve çağdaş örneklerinden biri olan şizofreni teşhisi konulmuş Mary Barnes’ı ve ona sanatçı statüsünü kazandıran üretimlerini inceleyeceğiz.
Öncelikle, Mary Barnes’ın sanat ve psikanaliz alanlarına etkisini incelemeden evvel bireysel tecrübelerini ve mücadele ettiği şizofreni teşhisi sürecini ele almalıyız. Mary Edith Barnes, 9 şubat 1923’te Portsmouth, İngiltere’de doğdu ve 24 haziran 2001’de Tomintoul, İskoçya’da vefat etti. 4 kardeşten biri olan Barnes’ın doğum süreci oldukça sancılı geçer ve üç gün boyunca devam eder. Hatıralarında, annesinin bu zor süreçi kendisine sık sık hatırlattığından bahseder.
Okuldan, annesinden ve kendisinden nefret ettiği bir çocukluğu olmuştur. Okuldaki yaşıtlarından ürkmekte ve onları kendisinden çok farklı bulmaktaydı. Ergenlik çağına geldiğinde erkek olmak istediğini söyler. 13 yaşındayken ikinci kız kardeşi dünyaya gelir. Bu süreçte Barnes’da psikolojik açıdan değişimler gözlenmeye devam eder: Tanrı’yla, kendi kendine ve hayali kızı Marion ile dialoglar kurmaya başlar. Geleceği hakkında birçok hedefi olsa da her biri kısa sürede başarısızlık ile sonuçlanır. Hemşire olma hedefinin ise peşinden koşar ve eğitimlere başlar. Kısa sürede hemşireliğe karşı inanılmaz bir antipati duymaya başlar bunu ise şu şekilde açıklamaktadır: hastalarla kendi istediği biçimde ilgilenememek kendisini oldukça rahatsız etmektedir.
Mary Barnes
18 yaşına geldiğinde ise intihar etme arzusu oldukça ağır basmaktadır. Hemşirelik eğitimini bitirmek üzereyken kardeşi Peter şizofreni teşhisi konularak hastaneye kaldırılır. Mary ise eğitimini bitirip Londra’da hemşire olarak işe başlar, ardından orduda hizmete girer.
26 yaşında katolik olmaya karar verir ve vaftiz edilir. Sonraları, bu olayın hayatında yaşadığı en önemli anı olduğunu belirtir. Aynı zamanda kardeşinin durumundan dolayı büyük bir pişmanlık duymaktadır ; çünkü onun inançsızları kurtarmak için kendini feda ettiğine inanmaktadır.
28 yaşına geldiğinde ilk psikotik epizodunu geçirir. Fiziksel sıkıntılar yaşamasından dolayı mesleğine devam edememesi ve vücut fonksiyonlarının azalması durumun kötüye gitmesini hızlandırır. Bir süre geleneksel psikiyatri yöntemlerinden biri olan elektroşok ile tedavi edilmeye çalışılır fakat bu tedaviye direnç göstermesinin üzerine kronik hastalıklar dalında uzman bir hastaneye yatırılır. Bu süreçteki tecrübesini anlatırken bir hasta rolüne bürünmesi gerektiğinden ve doktorların beklentilerini karşılamaya çalışmasından bahseder. Hastaneden çıkışının ardından hemşirelik okulunda öğretmen olmak için eğitimler almaya başlar ve aynı zamanda Freud’un çalışmaları ile tanışır. Freud’un kızı Anna Freud’den kardeşi Peter ve kendisi için bir psikanaliz yürütmesini talep eder. Fakat, Anna Freud daha ilgi çekici ve derin bir vaka ile gelmeden yardımcı olamayacağını söyler. Barnes, hayal kırıklığına uğradıktan sonra huzurlu bir şekilde yaşayabileceği bir yer aramaya başlar ve birçok kişi ile mektuplaşır.
Ronald David Laing
Bu arayışının sonunda 1963’te ingiliz psikiyatr Ronald David Laing ile tanışır. Mary’nin psikolojik yolculuğunda en belirgin olan arzusu ”öncesine dönüş yapmaktır”. Bu arzuyu şu şekilde açıklayabiliriz: kardeşinin doğumundan itibaren güçlenen bir terk edilmiş hissine kapılmıştır, anneannesinin yanına yerleşmesi ve ilginin odağında bulunmaması ile annesinin rahmine geri dönmeyi hayal etmeye başlar. Laing ile tanışması arzusunun temeline inmesine yardımcı olacaktır. Laing ile tanışıklığı sayesinde Mary Barnes figürünü dünya sahnesine taşıyacak olaylar gerçekleşir : Anti psikiyatri akımı.
Mary Barnes, anti psikiyatri ve 60’lı yılların Londra yeraltı akımlarının ilham perisi olarak ismini tıp ve sanat dünyalarına yazdırır. 1966 yılından itibaren eserler yaratmaya başlar. Güncel olarak Türkçeye çevrilmemiş olan Joseph Berke ve Mary Barnes’ın tecrübelerinin anlatıldığı ”Mary Barnes: Two Accounts of a Journey Through Madness” kitabı sayesinde tanınmaya başlar. Bu eser sayesinde, bahsedilen yolculuğa şahit olmakla kalmayıp sanatsal üretimlerinin Barnes’ın ‘deliliğe’ olan yolculuğundaki etkisini de incelememiz mümkün.
Joseph Berke
Mary Barnes’ın yolculuğunun yapı taşlarından biri Londra’da bulunan Kingsley Hall’dur. Kingsley Hall, anti-psikiyatri methodlu terapi odaklı bir topluluktur. Topluluğun başında Laing bulunmaktadır. Barnes, 42 yaşındayken bu topluluğun ilk hastası olur. Sanatçıların ve diğer entellektüellerin sıklıkla tercih ettiği bu toplulukta hastalar ve psikiyatrlar aynı statüdedir. Gandhi de Kingsley Hall’de bulunmuştur. Hiyerarşik bir sistem oluşturmadan, topluluktaki herkese yönelik bir iş bölümü oluşturulmuştur. Barnes, Kingsley Hall’e yerleşmeden önceki 19 aylık bekleme sürecinde bir manastıra yerleşir. Sürekli olarak günah işlediği ve temizlenmesi gerektiği algısında olan Barnes kendini kurtarmak için Tanrı’nın yolunu izlemesi gerektiğini düşünür.
Gandhi – Kingsley Hall
Mary Barnes, Kingsley Hall’deki hem sanatsal hem de kişisel yolculuğunu ‘haç yolu’na benzetir. Haç yolundan kasıt İsa’nın çarmıha gerilmeden önce Kudüs’te izlediği yoldur. Barnes, eserlerinde İsa temasını oldukça sık kullanmaktadır. Yaptığı ilk eserlerden birini ”Christ Triumphant” olarak adlandırmıştır. Barnes, şizofreni sebebiyle yaşadığı ”iniş” ve ”çıkış” periyotlarını Tanrı tarafından arınma ve bağışlanmasına giden aşamalar olarak tanımlamaktadır. Resim yeteneğinin tanrı vergisi olduğunu ve bu nedenle de üretim sürecinin Tanrı’ya olan inancından ayrı incelenemeyeceğini savunur.
1960’lı yılların sonlarında ilk resim denemelerine başlar. Yaratım süreci oldukça detaylı ve aşamalıdır. İlk olarak tuval kullanmaz ve odasındaki duvarların, kapıların, kumaşların ve kendi vücudunun üzerine çizmeye başlar. Başlangıçta, figürler çizmez sadece karalamalar yapar. Eylül 1965, genç terapist Joseph Berke, Kingsley Hall ekibine katılır. Barnes ile yakından ilgilenen Berke onu resim çizmeye yönlendirir. Berke, ona materyaller verir ve Barnes çizer. İlerleyen zamanlarda Barnes, bebeğini taşıyan bir kadın çizer ve bu resmini Berke’e hediye eder. Barnes’ın psikolojik süreci açısından önemli bir hamledir ; çünkü ortak alanlarda resim çizdiğinde insanların yaklaşması veya dokunması krizlerle sonuçlanırken bu resim kendi arzusu ile Berke’e vermiştir.
Mary Barnes, Turuncu-Yeşil Portre
İlerleyen süreçte farklı figürler ve şekiller çizmeye başlasa da Barnes bir gelişme sürecinden ziyade değişim sürecindedir. Daha sonrasında, resimlerini hikayelere dönüştürmek ister. Barnes çok okuyan, kültürlü bir kadındır bu nedenle yazdığı ve resmettiği hikayelerde daha önceden yazılmış birçok eserden ilham alındığı görülür. Kingsley Hall’deki zamanının tamamında resim çizer ve hikayeler yazar. 1965 yılından 1967 yılına kadar üç büyük kriz atlatan Barnes bu süreçlerde içine kapanır ve yemek yemeyi dahi bırakır.
Barnes’ın eserleri oldukça ilgi çekmeye başladıkça sanat alanında da bir tanımlama arayışı oluşmuştur. Bir ressam ve sanat teorisyeni olan Jean Dubuffet, kendilerini sanatçı olarak tanımlayan entellektüellerin elitizminden oldukça şikayetçidir. Dubuffet, Avrupa’daki birçok hastaneyi ziyaret ederek sanatın farklı bir algılanış biçimini aramaya koyulur ; çünkü dünyayı görülmemiş bir şekilde algılayan bu hastalar aynı zamanda sanata daha önce görülmemiş bir yaklaşım sergilemektedirler. Geleneksel ve akademik sanat kurallarına karşıt ve bağımsız, akıl hastalarının, sanat eğitimi almamış insanların ürettiği bu sanat ”Art Brut” olarak adlandırıldı. Artistik oluşum, yaratıcısı tarafından tekrardan hiç olmadığı saflıkta ve içgüdüsel bir şekilde tekrar yaratılır. Spontane gelişen yaratım süreci sanatçıdaki ihtiyaç hatta zorunluluk hissiyle körüklenir. Böylece ‘delilik’ten doğduğuna inanılan bu sanat alternatif bir tanım kazanır. Jean Dubuffet, 1971 yılında koleksiyonunda bulunan 5000 art brut eserini bağışlar. 1976 yılında koleksiyon Lozan’da 18. yüzyıldan kalma bir şatoda sergilenir. Sanat eleştirmeni Roger Cardinal 1972’de fransızca olan bu kavramı ”Outsider art / Raw art” olarak İngilizce’ye kazandırdı. Türkçe’de çoğu kaynakta ”Art Brut Sanatı” olarak geçmektedir.
Autoportrait II, 25 x 16,5 cm, 1966, Collection Fondation Dubuffet, Paris.
Bu süreçte altı çizilen önemli noktalardan birisi de Berke ve Barnes arasındaki iletişimin bir sanat terapisi olmadığıdır. Resim, Barnes’ın iyileşmesi için öne sürülen bir method değildir. Barnes için resim ruhunda ve zihninde yaşananları, duygu ve düşüncelerini yansıtma biçimidir. Berke’in belirttiğine göre Mary Barnes, resim ve kendi benliği arasındaki farka hakim değildir. Kendini resimlerinden ayıramaması da aslında eserlerine dokunulduğunda verdiği tepkiyi açıklar: kendisine izinsiz bir şekilde dokunulup, incelendiğini, eleştirildiğini düşünür. Barnes’ın yolculuğu süresince resim her zaman onun ilerlemesini sağlayan en büyük etmen olmuştur.
Mary Barnes: Two Accounts of a Journey Through Madness
Barnes’ın Kingsley Hall’de geçirdiği 5 sene iyileşmesine değil fakat semptomlarını azaltarak kendine yeni bir yaşam yaratmasını sağlamıştır. Mary Barnes psikiyatri camiasında sembolik açıdan çok önemli bir örnektir ; çünkü anti-psikiyatri akımının geleneksel klinik- medikal psikiyatri methodlarından daha etkili olduğunu gösteren en net vakadır.
KAYNAK:
- Joseph Berke, Mary Barnes: un voyage à travers la folie, 1976.
harika bir yazı. Bu tür sanatçı kişilikler ilgi alanım