Sanat Felsefesi & Estetik- Pastoral ve Süblim Üzerine
18. yüzyıl sanatsal ve felsefi açıdan oldukça önemli düşünsel süreçlere tanıklık etmiştir. Toplumun genel görüsündeki estetik algısı ‘doğa’ kavramı üzerinden daha önce görülmemiş bir şekilde evrilmiştir.
”Süblim” kavramı da bu süreçte ortaya çıkan ve gerek sosyal gerek edebi gerek de resim alanlarında güçlü bir yer edinmiştir. Süblimin yarattığı kontrastı ve bu denli rağbet görme nedenini daha net açıklamak adına süblimden önce yaygın olan estetik algısından bahsetmek yararlı olacaktır.
Pastoral Estetik & Güzel Doğa
Antik Çağ’dan 18. yüzyıla kadar devam eden estetik algısı Aristoteles’in ele aldığı şekilde kabul görmüştür. Bu estetik algısı; idealin ve kusursuzluğun üzerinde durur, bunları sağlamak adına da uyum, proporsiyon, oran, ölçüler ve ahenk temel alınmaktadır.
Buna örnek olarak Yunan heykeltraş Leochares tarafından M.Ö. 4. yüzyılda yapılan Belvedere Apollonu ya da Michelangelo’nun 1504 tarihli Davut heykelinden de anlaşılabileceği üzere dengeden elde edilen güzellik ve kusursuzluk esas alınmıştır. Günümüzde Vatikan’da papa II. Julius’un bahçesinde bulunan Belvedere Apollonu heykelinin estetik prensibi Floransa’da 16. yüzyıl eseri olan Davut heykeli ile uyuşmaktadır, bu durumda yüzyıllar boyu korunmuş bu estetik algısının toplum ve zaman gözetmeden kalıcılığına ışık tutmaktadır.
Yunan heykeltraş Leochares, Belvedere Apollonu, M.Ö. 4. yüzyıl, 224 cm, Vatikan, Papa II. Julius’un bahçesi
Michelangelo, Davut Heykeli , 1501-1504, 517 cm, Floransa Akademi Galerisi.
Bunu Biliyor muydunuz?
Hristiyan sanatında da bu estetik algısı mevcuttur, dolayısıyla eserlerin teması ve içinde bulunulan dönem, estetik algısını kökten değiştirmemektedir. Doğa her zaman ilham noktasıdır ve onun denge ve ahenki sanatı şekillendirmiştir. Leonardo da Vinci’nin Meryem, Çocuk İsa ve Anna tablosunda hristiyan bir konu ele alınmış olsa da kompozisyondaki ahenk, arkaplandaki dağ ve doğa dekoru ile desteklenmiştir.
Leonardo da Vinci, Meryem, Çocuk İsa ve Anna,yağlı boya, 1,68 m x 1,12 m, Louvre Müzesi- Paris
Antik Çağ’dan 18. yüzyıla kadar süregelen estetik algısının ilk kez Pastoral olarak adlandırılması 17. yüzyılda başlar. Resimde pastoral; kırlık, köy alanlarının ideal ve kusursuz mekanlar olarak yansıtılmasında karşımıza çıkar. Ancak, Pastoral, ilk olarak bir edebiyat türü olarak kabul edilmekte olup Roma’lı ozan Virgilius (70-19 M.Ö.) ‘ın Arkadya mitini kaynak almaktadır. Arkadya izole, dağlık, çobanların sürülerini otlattığı bir alandır. Çobanlar doğa ile uyum ve ahenk içinde yaşamakta ve kırın, çobanların ve müzüğin tanrısı Pan tarafında korunmaktadırlar. Bu nedenle genelde tasvirlerde çobanların flütleri vardır. Apollon da bu pastoral tematikte tipik bir yere sahiptir ve genelde ”ilham perileri” (sanat perileri) eşlik eder. Pastoralin en belirgin özelliklerinden biri de sakinlik, huzur ve doğayla ahenk atmosferidir. Arkadya da bu kontekste henüz insan eli değmemiş, yaban fakat bir o kadar da idealize edilmiş bir başlangıç noktasını tanımlamaktadır: Doğa’nın hala zarar görmemiş, kucaklayıcı olduğu, şiddete bağımlı ve sadece zarar veren toplumların henüz oluşmadığı bir Altın Çağ, ideal dünya.
Bunu Biliyor muydunuz?
Pastoral temada üreten sanatçılara, Claude Lorrain, Nicolas Poussin ve Titian’ı örnek verebiliriz. Poussin’ın Arkadyalı Çobanlar eseri Virgilius’un şiirlerinden esinlenerek yaratılmıştır.
Nicolas Poussin, Et in Arcadia Ego, Arkadyalı Çobanlar, 1637-38, 87 cm × 120 cm Louvre Müzesi.
Bu pagan miti daha sonrasında dönemin dini algısına uygun bir hale getirilmiştir. Bu durumda, mitolojik karakterlerin de olduğu kır konsepti yine çağlar öncesi bir zamana uyarlanmıştır: Cennet/Aden Bahçesi. Adem ve Havva’dan çok önce, ahenk ve doğal düzenin hakim olduğu bu mekan pastoral estetikte idealleştirilmiştir.
Peter Paul Rubens & Jan Brueghel,The Garden of Eden with the Fall of Man ,1612-17, 74 cm x 1,15 m, yağlı boya, Hollanda, Mauritshuis.
Bunu Biliyor muydunuz?
Bu eser, Barok döneme ait olup, Cennet Bahçesi’nin, Adem ve Havva’nın yasak meyveyi yiyip Cennet’ten kovulmasından hemen önceki halini tasvir etmektedir.
Peki, bu ideal estetik algısı filozoflar tarafından nasıl yorunlanmaktaydı?
Bu konuya I. Kant’ın analizi ile açıklık getirebiliriz : ”Ahenk ve uyum ile güzel olan” insana bir tamamlanmışlık, doygunluk ve kusursuzluğundan gelen bir ruhsal yükseliş algısı verir. Doğa’da tanımlanamayan fakat hissedilen bir tamamlanmışlık, düzen etkisi vardır ve bu insana sanki bir sonuca ve amaca ulaşmışlık sakinliğini ve tatminkarlığını hissettirir.
Bu barışçıl, sakin doğa, pastoral Latince’de ”Locus Amoenus”: kendi hoş olan ve hoşluk için var olan yer, güven ve ideali temsil eden olarak adlandırılmaktadır. Dolayısıyla, bu mekan, ferah bir ışık, kuşlar, meyve ağaçları, çiçekler gibi motifler ile tasvir edilmektedir.
Guillaume de Lorris,Le jardin courtois, minyatür, 1235.
Pastoral, giderek toplum içinde edebiyat ve sanatın bir estetik dışa vurumundan öte bir kaçış noktası olarak şekillenmeye başlar. Insanlar, bu güzel, hoş doğa tasviri ile savaşlardan, hastalıklardan ve açlıktan kişisel bir kaçış yöntemi olarak faydalanmaya başlar.
Gerçek dünya nereye kayboluyor?
Locus Amoneus‘un hakim olduğu noktada gerçek dünya idealin oldukça dışında kalmaktadır. Bu noktada; ormanlar, dağlar, denizler, çöller gibi birçok gerçek dünyanın parçası olan mekanlar, dönemin insanları için yaşamaya uygun olmayan, tehlikeli ve korkutucu olarak tanımlanmaktaydı.
Fransız düşünür Charles de Saint- Evremond (1614-1703) bu ”ürkütücü” tanımı şöyle açıklamaktadır: Sorun; genişlik, limitsiz bir alanın varlığı değildir. Düzeni ve uyumu yakalayan mekan, enginliği de yakalar fakat kontrolsüz ve düzensiz geniş bir mekan sadece büyük ve yok edicidir. Bir şeyi tamamını görememek, algıda kontrole sahip olamamak tercih edilen bir durum değildir.
Örneğin; okyanuslar, nehirler, sel felaketleri veya balta girmemiş ormanlar… bunların hepsi insanın tamamını kontrol edemediği, beklenmedik şeylerin olabileceği yerler olup, doğa burada ideal kabul edileninin aksine daha özgürdür ve bu hep negatif ve zarar verici görülmüştür.
Bunu Biliyor muydunuz?
19. yüzyıla kadar sahillere gidip güneşlenmek, denize girmek insanlar için söz konusu bile değildi, hatta bunun bugün tatil amaçlı yapıldığı görseler aklımızı kaçırdığımızı düşünürlerdi!
J.M.W. Turner, Denizde Felaket, 1835, 171×220, Londra Tate Galerisi.
17. yüzyılın sonu, 18.yüzyılın başlarında; inkar edilen bu gerçeklik aynı zamanda insanlarda inkar edilemez bir korkuyla karışık ilgi uyandırmaya başlar. Bu değişimle beraber, tüm bu korkulan mekanlar ”Locus Horridus” olarak adlandırılır. Yani; ürperti, korku uyandıran lokasyonlar.
Locus Amoneus ve Locus Horridus ikili bir karşıtlık yaratır: yaşamın ve ölümün mekanları olarak çatışan bu iki mekan aynı zamanda ahlakı, estetik ve metafizik bağlamında da karşı karşıya gelmektedir.
Caspar Wolf, Aşağı Grindewald Buzulu, 1774, İsveç, Alpenverein-Museum Innsbruck.
Locus Horridus’un beklenmedik şekilde ilgi odağı olmasıyla bu ürpertici alanlar, zevk ve keyif mekanlarına dönüşmüştür. Bu durum, ”güzel korku”nun keyifi yani ”SÜBLİM” olarak adlandırılır.
Süblim
Süblim kategorisi, M.S. I. yüzyılda, Pseudo-Longin lakaplı düşünürün Peri Hypsos adlı yazılarının modern çağa ulaşmasıyla oluştu. 1674’de Nicolas Boileau tarafından çevrilir ve önsöz eklenerek Avrupa’yı dolaşmaya başlar. Kısa sürede, yayılan eser, Aristoteles’in öncülüğündeki estetik algısını bile sarsar.
Süblim kategorisindeki söylevler; insanda şiddet, baş dönmesi, şaşkınlık ve tutulma yaratır. Zihni sarsacak, etkisi olan güçlü bir söylevdir. Modern çağın eleştirmenleri ve filozofları, Süblim söylevini hareket halinde olan bir kategori olarak yorumlar; yani dinleyen kişiye ulaşır, etki eder ve yeni bir duygu ortaya çıkarır.
Süblimin verdiği keyif, kendinden daha büyük, daha güçlü bir şeyle yüzleşme düşüncesinden gelmektedir. Bir duygudan ziyade bir sarsıntı ve bunun beraberinde gelen bir entellektüel keyif söz konusudur.
Fakat, bir şeyi süblim olarak adlandırmak için korkutucu olması yeterli değildir, yüce ve sonsuz olan değerleri sorgulatan bir yanı olması da gerekmektedir. Şöyle ki; bir volkan patlaması görüldüğünde veya konuşulduğunda bile ürperti uyandırmaktadır, bu tip doğa olaylarını yüce, doğaüstü kavramların bir sonucu olduğu düşünüldüğünde, bunu sorgulamak ve de bilinmeyeni keşfettiğini düşünmek/varsaymak süblimin bir getirisidir.
Joseph Wright, Vezüv Yanardağı, 1774, Derby Müzesi, İngiltere.
Charles de Saint- Evremond’un uçsuz bucaksız ve düzensiz alanların ürperti yarattığı tezi üzerine bu sefer 1681’de Thomas Burnet, Longin’ın metninden yola çıkarak, evrenin uçsuz bucaksız, bilinmeyen ve kontrol edilemeyen noktalarının en büyük keyfi verdiğini savunmuştur. Bunun sebebini ise şöyle açıklar; algımızı aşan büyüklükte ve detayda olan şeyler zihni zorlar, düşündürür ve hayranlıkla karışık bir şaşkınlık duygusu yaratır. Bu duygu da insanda özel ve nadir bir şeye tanıklık etmekten gelen bir haz ve tatmin duygusuna dönüşür.
Bunu Biliyor muydunuz?
Süblim ile birlikte Alp Dağları seyahat rotalarından biri haline gelir, özellikle de Ingilizler için. Öncesinde, dağlardan uzak durulur, yolculuğu kısaltacak olsa bile tercih edilmezlerdi.
Caspar David Friedrich, Morgen im Riesengebirge (Devler Dağı’nda Sabah) , 1810- 1811 ; Nationalgalerie, Berlin (108 × 170)
1759 yılında ilk kez Joseph Vernet’nin Gemi Kazası/ Fırtına eseri topluma, edebiyata ve sanata okyanus kavramını kazandırmıştır. Bunun bir sonucu olarak aristokratlar denize gitmeye başlar ve ilerleyen zamanlarda deniz turizmi oluşmaya başlar. Buradaki bir diğer paradoks ise bu tabloların neden olduğu ürpertiden duyulan haz izleyici olmakla sınırlıdır, yani insanlar bu felaket senaryolarının ortasında kalsalar yalnızca korku egemen olacaktır.
Joseph Vernet, Fırtına, 1759, (96×134,5), Groeninge de Bruges Müzesi, Belçika.
Son olarak, Süblim yeni bir güzellik anlayışından ziyade daha farklı bir kategori olarak ele alınmalıdır çünkü süblimde zihin ve insanın düşünce akışı daha büyük bir yere sahiptir. Hayal gücümüz ile normal şartlarda tanık olamayacağımız veya tanık olsak bile sonrasında bu tecrübeyi paylaşamayacağımız olayları düşünebiliyor, zihnimizde canlandırabiliyor ve gücü karşısında hayrete düşerken aynı zamanda sorgulayabiliyoruz.
Kaynakça;
- F.W.J von Schelling, Sanat Felsefesi, Doğu Batı Yayınları, 2014, 443 sayfa.
- Cevad Memduh Altar, Sanat Felsefesi Üzerine, Pan Yayıncılık, 2009.
- Sarah Carr-Gomm, Sanat, Sanatın Gizli Dili, İnkılap Kitabevi, 2015, 256 sayfa.
- Ders notları.
Antik Çağ ve Orta Çağ toplumlarında kadın erkek ilişkileri,
Batı mitolojisinin Orta Çağ görsellerine etkisi…
BU İKİ BAŞLIK ÇOK İLGİ ÇEKİCİ
Antik Çağ ve Orta Çağ toplumlarında kadın erkek ilişkileri KONUSU İLE İLGİLİ HAZIRLAYACAĞINIZ BİR SUNUMU MERAKLA BEKLEMEKTEYİM. AYRICA BU İKİ BAŞLIKLA İLGİLİ TAVSİYE EDEBİLECEĞİNİZ “TÜRKÇE ” KAYNAKARI DA MAİLİME YOLLAYABİLİRSENİZ ÇOK MUTLU OLURUM.
Merhabalar, öncelikle yorumunuz için çok teşekkürler. Bir sonraki yazılarımın bu iki konu üzerinde durmasına öncelik göstereceğim. Haftaya ”Antik Çağ ve Orta Çağ toplumlarında kadın erkek ilişkileri” üzerine bir yazı hazırlayacağım, takipte kalın! Mail adresinizi paylaşabilirseniz ya da dilerseniz [email protected] mail adresime mail atarsanız size bir kaynak seçkisi yollayayım. Çok teşekkürler, güzel günler dilerim.