Şehrin Zulası Ankara Kalesi – Mithat Sancar
Yerleşeceğim şehri dışarıdan yaşamayı istemezdim, istesem de beceremezdim. Ama Ankara’yla içeriden bağ kurmak da benim için kolay olmayacaktı. Sanki geçmişi, yani varlığın vazgeçilmez şartı olan öyküsü yokmuş, tüm zamanı “bugün”den ibaretmiş, hep “bugün”ü yaşıyormuş gibi duruyordu; belirsiz bir “gelecek” fikriyle avunmak/oyalanmak mümkündü, ama zamanı bütünlüklü yaşamak imkansız gibiydi.
Ve sanki Ankara’nın kendine ait bir rengi, bir sesi, bir kokusu yoktu. Oysa büyüdüğüm şehirlerin, zamanın diplerindeki sonsuz renklere açılan kapıları, geçmişin türlü tonlardaki seslerine ve sessizliğine yürüyen sokakları vardı.
Ve büyüdüğüm şehirlerden birinin taşa işlenmiş kumrallığı, diğerinin taştan bütün şehre yayılan esmerliği vardı. Sanki Ankara kaçıp sığınılacak zulalardan, sırların/suçların paylaşılacağı köşelerden mahrumdu; her şeyleri silebilen hıza, herkesleri yutabilen kalabalığa günden güne daha çok teslim oluyordu.
Oysa geldiğim şehirler, sanki baştan aşağı zula, tenden ruha sırdaş yaratılmışlardı. Beni en çok zorlayan da buydu. Bir yere, bir şeye, bir insana karşılıklı veya karşılıksız bağlanmanın en derin yollarından birinin “sırdaşlık”tan geçtiğine inanıyordum. Gerçi Ankara da “sır” sözüne yabancı değildi; hatta Ankara’nın bir sureti düpedüz bu “sır”la boyanmıştı.
Ama bunun benim aradığım, hayatlarımızı kendimizin kılmak için vazgeçilmez saydığım sırla hiçbir ilgisi yoktu; aksine hayatlarımızı bizden çalmak, sığınabileceğimiz zulalar bırakmamak, hatta büyüdüğüm şehirlerin öyküsünü gasp etmek için en çok kullanılan sırdı bu; “devlet sırrı”ydı.
Bu şehirde kalacaksam, tutunacak yerler aramam; kendimi bırakabileceğim zulalar, sırlarımı dökebileceğim köşeler bulmam gerekiyordu. Efsanedeki gibi Midas’ı Ankara’ya sürükleyen “gemi çapası”nı ben de Kale’de buldum. Ama öyle hemen, ayağımı atar atmaz değil, zamanın içinde ağır ağır, dokuna dokuna yakaladım bu “çapa”yı.
Zaten ilişkimiz serpildikçe Kale’nin kendini hemen sunan ve bakılmayla beslenen “gül”den çok, görmeler ve dokunmalarla kendini açan “kozalak”a benzediğini anladım. Fakat Ankara’daki ilk zamanlarımda, bana bir göz atımı mesafesinde olmasına rağmen, şehrin şehirlilere ait bir parçası değil de, ziyaretçilere tahsis edilmiş bir eşyası gibi muamele gördüğünü hissettiğimden, Kale’yle gönülden bir yakınlık kuramadım.
Hatta ben de, daha çok dışarıdan gelmiş arkadaşlar vesilesiyle ve doğal olarak uzun aralıklarla uğradığım için, Kale’ye aynı şekilde davranıyordum. Fakat her gidişimde Kale’den bir şeylerin fikrime süzüldüğünü, giderek yerleştiğini fark ettim; ki bunlar, bazen esmere çalan taşlardı, bazen geçmişe akan dar sokaklardı, birer “anlatıcı” gibi eskilerin hayatlarını içerilerden aktaran “hafıza” ve “hatıra” parçalarıydı kimisi, bazen zamana dokunma imkanı veren “hemensizlik”ti, hayatı parmak uçlarıyla işleyen zanaatkarlardı kimisi, zor çocukların sahici oyuncağı şeytan uçurtmalarıydı bazısı.
Gidişlerim sıklaştıkça, orada soluduğum havanın bir tür büyüyle yüklü olduğunu düşünmeye başladım. Her türlü büyünün ve dolayısıyla sevdanın kesin düşmanı olan sürat, yapaylık, gürültü ve hemenlikten hala uzak durabiliyor, her türlü büyünün ve dolayısıyla sevdanın ön şartı olan parmak uçlarında yaşayacak yerler sunabiliyordu.
Üstelik bunu, ruhuna kasteden, onu bayağılığın, sahteliğin ve pazarlama ayıbının hükmüne sokmaya azmeden bütün teşebbüslere rağmen başarabiliyordu.
Kale’yi “gezilecek yerler, yapılacak şeyler rehberi”yle anlatmak bana ve ilişkimize göre değil. Ben ancak orada yaşamayı sevdiğim bazı anlardan ve tecrübelerden söz edebilirim. Şimdi, Ankara bir bozkır şehridir ve bu özelliği güzellik fakirliğine gerekçe yapılır.
Uzun süre ben de öyle düşündüm. Ama Sevgi Soysal’ı yeniden ve yeniden okudukça, bozkırın da kendine has gizemli güzellikleri olabileceğini öğrendim. Mesela, “bir güneş batımı vardı bu kentin, yalnızlığımı kalabalıklardan alır, geri verirdi. Bozkırlığıydı, bozkırlığı kentliğinden önceydi.
En dilediğimiz deniz kentleri, orman kentleri, insan kentleri gün batımında bozkıra yetişemezlerdi ya, böyle bu kent, gün batımında aşardı onları.” Gün batımını, şehri bozkır kızıllığına saran bu düşler ve hüzünler anını, Sevgi Soysal “bu hep tepeli kentin bir benim olan doruğu” dediği yerde, “orada, o ben gidince benim olan” dediği yerlerde yaşamaya kaçardı, ben Kale’de.
Bir de yağmuru Kale’de yaşamayı bir başka sevdim. Yağmura güzelliğini verenin Kale olduğunu iddia etmiyorum, yağmurun güzelliğinin nereden geldiğini Edip Cansever’den öğrenmiştim:
Sanki nedir bir yağmurun güzel olması
Sahi bir yağmurun güzel olması
Yağarken kendine severek bakmasından
Yani ben de kalpten inanıyorum, yağmurun güzelliğinin yağarken kendine severek bakmasından geldiğine. Ama yağmurun yağarken kendine severek baktığını bütün sessizliği ve berraklığıyla Kale’de gördüm, her damlanın yere düşmeden bir önceki anına bakıp bakıp kendisini sevmesini sevmeyi ve hepsini birden sevmeyi en iyi Kale’de öğrendim.
Ankara Kalesi bu şehrin zulasıdır; Tanpınar’ın dediği gibi “bir İçkale, bütün ümitlerin kendisinde toplandığı son sığınak”tır. Bir başına buradan Ankara’nın “şehir ruhu” kurtarılabilir mi bilmiyorum, ama kurtuluşunun buradan geçtiğine inanıyorum. Kale benim için Ankara’ya tutunma yeri oldu.
Oradan her dönüşte yanıma aldıklarım çoğaldı, biraz daha açıldım, açılan yerlerime Ankara daha kolay sızdı. Bir şehrin ruhu, kendisini şehir olarak bilip yaşayanlarla yaşamaz mı biraz da?
Çok inandığım Edip Cansever de diyor ya “insan yaşadığı yere benzer/o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer.” Evet ben de benzemişimdir Ankara’ya, ben de artık bir(az) Ankaralıyım. Bunun nasıl ve ne kadar olduğunu bilmiyorum, ama nereden beslendiğini biliyorum.
İLGİLİ YAZI: >> Ankara ve Kalesi – Gürsel Korat